|

Pluribus Felsefi Korku Hikayesinden Çok Başka Şeyleri Hatırlatıyor

Pluribus, Breaking Bad ve Better Call Saul gibi yapımların sahibi olan Yönetmen Vince Gilligan’ın Apple TV için hazırladığı yeni bir dizi. Dizi 7 Kasım 2025 tarihinde yayınlandı. Okuduğuma göre dizinin ilk sezonu 7 bölümden oluşacak, şuana kadar 2 bölüm yayımlanmış durumda. Yönetmen bu kez, çok daha sinsi bir “kötü” ile karşı karşıya bırakıyor bizi: kolektif mutluluk.  

Tarihteki savaşların birçoğu mutluluğa erişmek için olmamış mıdır?

Pluribus dizisinin ilk iki bölümünü izledim. Dizi, bilim kurgu, felsefe, toplumsal ve siyasi konulara sembolik olarak değinen derin bir karakter incelemesi olarak anlaşılabilir. Diziyi izlemediyseniz uyarıyorum çünkü diziden biraz bahsetmem gerekiyor. Uzaydan gelen gizemli bir sinyal, insanlığın doğuşundan beri sayısız hayalperestin dileklerini yerine getiren bir tür ütopyayı meydana getirmiş. Hayal edin bütün insanlar aynı şeyi biliyor ve aynı şeyleri düşünüyor. Uzaydan gelen bu sinyalin tetiklediği “Katılma” adı verilen bir fenomen, insanlığı tek bir “kovan zihnine” dönüştürür. Sonuç? Savaş, nefret, kıskançlık ve kaygının olmadığı mükemmel bir uyum ve huzur. Kulağa hoş geliyor değil mi? Birazda kominizimi hatırlatmıyor değil.

Ancak bu “tehlikeli iyiliğin” bir bedeli var: bireysellik olur. Bizi birey yapan insan yapan bütün o renklerimiz kaybolur. “Katılanlar” artık “ben” değil, “biz”dir. Çünkü katılım sağlayanlar bütün kovan zihne dahil oluyor. Kişisel anılar, düşünceler ve duygular ortak bir potada birleşiyor. Dizinin merkezinde ise, bu “Katılma”ya karşı bağışıklığı olan 12 kişiden biri olan Carol Sturka (Rhea Seehorn) yer alıyor. Onun “sefaleti”, “öfkesi” ve “yası”, bu yeni mutlu dünyanın ontolojik tehdididir.

Peki, bu ütopya bize neden bu kadar tanıdık geliyor? Çünkü batı medeniyetinin kurucu felsefelerinden birinin en karanlık potansiyelini deşifre ediyor: E Pluribus Unum (Çokluktan, Birliğe).  

Asimilasyonun İlkörneği Olarak Roma’lılaşma

E Pluribus Unum, binlerce yıldır “birlik” oluşturma projelerinin temel mottosu olmuştur. Bu idealin ilk ve en başarılı uygulayıcısı şüphesiz Roma İmparatorluğu’ydu. Roma, sadece fethetmekle kalmadı, aynı zamanda fethettiği “Çokluk”u (Pluribus) – Galyalılar, İberyalılar, Britonlar, Suriyeliler – tek bir “Birlik” (Unum), yani Romanus (Roma vatandaşı) kimliği altında birleştirmeye çalıştı.  

“Roma’lılaşma” (Romanization) olarak bilinen bu süreç, tarihin en büyük “asimilasyon” projelerinden biriydi. Roma; yasaları (tüm imparatorluk sakinlerine vatandaşlık veren Caracalla Fermanı gibi), dili (Latince) ve ortak Greko-Roman kültürü aracılığıyla farklılıkları yavaş yavaş “eritti”. Bu “Birlik”in dışında kalanlar ise “Barbar” olarak etiketlendi.  

“Pluribus” dizisindeki “Katılma”, bu Roma projesinin biyolojik ve anlık bir hızlandırmasıdır. Roma’nın yüzyıllar süren kültürel asimilasyonla başarmaya çalıştığı şeyi, “Kovan Zihni” biyolojik bir zorunlulukla bir gecede mükemmelleştirir. Her iki modelde de “Birlik” (Unum), “Çokluk”un (Pluribus) yok edilmesi pahasına elde edilir.  

Günümüz İkilemi – Amerikan Asimilasyonu

Bu kadim gerilim, “E Pluribus Unum”u ulusal mottosu olarak benimseyen modern Amerika’nın da merkezinde yer alır. Geleneksel “Erime Potası” (Melting Pot) ideali, Roma modeline benzer şekilde, dünyanın dört bir yanından gelen göçmenlerin (Pluribus olarak tanımlayabiliriz) kendi kimliklerini geride bırakıp ortak bir “Amerikan” ideolojisi (Unum) altında birleşmesini hedefler.  

Ancak bu ideal, son yıllarda “Çok Kültürlülük” olarak bilinen karşıt bir felsefenin meydan okumasıyla karşı karşıya. Bu görüş, “Pluribus”un (Çokluk) “Unum” (Birlik) içinde asimile olmaması, aksine kendi otantik kimliğini koruması gerektiğini savunur.  

Günümüzün “kimlik siyaseti” tartışmaları, tam da bu gerilimden beslenir: Ulusal “Birlik” (Unum) uğruna ne kadar “Çokluk”tan (Pluribus) vazgeçmeliyiz? Bireysel kimliği koruma arzusu, ulusal birliği tehdit eden bir “kabilecilik” midir?  

“Pluribus” dizisi, bu soyut siyasi kavgayı alıp somut bir kâbusa dönüştürür. “Kovan Zihni”, “Erime Potası” idealinin ulaştığı totaliter son noktadır; tüm farklılıkların silindiği mükemmel bir “Unum”. Carol’un “perişan” bireyselliği ise, bu “Birlik”e direnen “Pluribus”un trajik son kalesidir.  

Osmanlı Millet Sistemi ve Parçalanmanın Trajedisi

Peki, “Birlik” kurmanın tek yolu “asimilasyon” mudur? Tarih, asimilasyoncu olmayan bir modeli de sunuyor: Osmanlı Millet Sistemi.  

Roma ve ABD modellerinin aksine, Osmanlı sistemi “Pluribus”u (Çokluk) asimilasyonu amaçlamamıştır. Sistem, farklı dini cemaatleri (Rum, Ermeni, Yahudi vb.) tek bir potada asimile etmemiş bunun yerine her cemaat, kendi içinde ayrı bir yapı olarak varlığını sürdürmüştür. Bu cemaatlere, devlete sadakat karşılığında kendi hukuk, dil, din ve eğitim sistemlerinde geniş bir özerklik tanınmıştır.

Buradaki “Unum” (Birlik), kültürel değil, idari ve pragmatikti (Padişah’a bağlılık). “Pluribus” (Çokluk) yok edilmedi, korundu.

Ancak bu modelin de kendi trajedisi vardı. 19. yüzyılda milliyetçilik akımları yükseldiğinde, sistemin özenle koruduğu “Pluribus” (cemaatler), artık “Unum”un (İmparatorluk) bir parçası olmak istemedi; her biri kendi “Unum”unu (ulus-devletini) kurmak için isyan etti.  

Tarihsel Bakış Açısıyla Baktığımızda “Pluribus” Bize Neyi Gösteriyor?

“Pluribus” dizisi, bu üç tarihsel modeli (Roma, ABD, Osmanlı) masaya yatırdığımızda, “E Pluribus Unum” idealinin çözümsüz paradoksunu görmemizi sağlayan bir mercek haline geliyor.

  • “Birlik” (Unum) adına “Çokluk”u (Pluribus) zorla eritirseniz, Roma’nın totaliter potansiyeline veya dizinin “Kovan Zihni” distopyasına ulaşırsınız.
  • “Çokluk”u (Pluribus) “Birlik” (Unum) pahasına mutlak bir özerklikle korursanız, Osmanlı modelinin son döneminde yaşanan trajik parçalanma ve istikrarsızlık riskini alırsınız.

Vince Gilligan’ın yeni dizisi, bu nedenle, bu tarihsel prizmadan bakıldığında, sadece bir bilimkurgu olmanın ötesine geçiyor. Bu, bireysellik, özgür irade ve “mutluluk” vaadi üzerine derin bir felsefi sorgulama. “Pluribus”, bize o kaotik, “perişan” ve çatışmalı bireyselliğin, ‘Kovan Zihni’nin sunduğu steril “Birlik”ten daha değerli, belki de bizi insan yapan yegane şey olabileceğini fısıldıyor.

Alakalı Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir