Koçi Bey Risalesinde Liyakat Özellikleri: İlim, Âlim, Adalet
Koçi Bey risalesinde liyakat: Her ilmin kendine has faydaları vardır. Fizik; kimya, biyoloji, matematik gibi fennî ilimler, insana iyi bir meslek edindirdiği gibi sosyal bilimler de insana şahsiyet ve şuur kazandırır.
Şahsına münhasır bir hüviyet inşa edebilmek için, sosyal bilimlerle içli dışlı olmak icap eder. Zira sosyal bilimler, özellikle de bu alan içerisinde tarih bilimi, bize geçmişten mesajlar vererek olayları bugünün anlayışlarıyla yoğurmayı ve yarının problemlerini çözmeyi sağlar. Nitekim tarih boyunca farklı tarihçiler tarafından Tarih biliminin tanımı yapılmıştır. Bunlardan en güzellerinden birisi, Ahmet Cevdet Paşa’nın “Tarih geçmişten bir ibret alma mekanizmasıdır” tespitidir. Zira bilim demek insanlığa bir şey kazandıran uğraşı demektir. Tarih bilimi ise yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, insanın aynı hataya iki kere düşmemesini sağlar. Nitekim Herakleitos’un da söylediği gibi “Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz.”
Başlıktan da anlaşılacağı üzere Osmanlı’da siyaset kavramının belki de en anlamlı olduğu bir konuyu irdeleyeceğiz. Koçi Bey’in risalesi herkesçe malumdur. Ancak içeriği bir o kadar da müphemdir. Büyük önem arz etmesine rağmen pek fazla konu edilmemiştir. Bunun üzerine çalışmayanlar, yalnızca “Koçi Bey adında birinin, bir Osmanlı sultanına bir rapor sunduğuna ve bu raporda devletin nasıl düzeleceği anlatılır” şeklinde genel geçer bir bilgi vardır. Ancak bunu tarih bilimi rehberliğinde incelediğimiz zaman, kamu yönetiminden hem siyaset bilimine, uluslararası ilişkilerden pedagojiye kadar pek çok sosyal bilimle de teması olduğu ilim alemince bilinen bir hakikattir.
Koçi Bey Kimdir?
Koçi Bey’in risalesine geçmeden önce Koçi Bey hakkında malumat vermek elzemdir. Koçi bey hakkında tarihi hüviyetiyle alakalı kaynaklarda pek fazla bilgi yoktur. Ancak ona Mustafa Bey dendiği de variddir. Yani, Koçi onun lakabı olduğu gibi asıl ismi de Mustafa’dır. Koçi denmesinin sebebi ise kendisinin bir Arnavut devşirmesi olması hasebiyle Arnavutça’da “Kuç, Koç” kelimesinin “Kırmızı” anlamına gelmesidir. Dolayısıyla beyaz tenli olmakla beraber kırmızıya çalan bir simâsı olduğu bizlere aktarılır ve bundan dolayı da Arnavut dilinde kırmızı anlamına gelen Koç, Kuç Mustafa Beyi nitelemek için kullanılmıştır.
Kendisi bugün Arnavutluk ülkesi sınırları içerisinde yer alan “Görice”de doğmuştur. Devlet görevinden ayrıldığı zaman da yine doğduğu yer olan Görice’de oğlu ve hanımıyla beraber, fakat farklı mahallelerinde defin edilmiştir.
Koçi Bey’in soyu inkitâya uğramış, münkarîz olmuştur. Yani soyu devam etmemiştir. Kendisinin Hürrem Bey adında bir kardeşi varsa da Rusya’ya kaçmış ve Hristiyan olarak Andrey adını almıştır. Koçi Mustafa Bey’in doğum ve vefat tarihleri net olarak bilinememektedir. Buna nazaran 16-17 yüzyıla etki eden büyük simalardan olduğu âşikardır. Zira ona şöhretini kazandıran, Sultan Murad-ı Râbi’ye sunmuş olduğu telhis hüviyetine haiz raporlardır. Yani meşhur adıyla Koçi Bey Risalesidir.
Koçi Bey ‘e Göre İlim ve Alimin Devlet İçindeki Kıymeti ve Yeri
Mustafa Koçi Bey ilk telhisini 1631 yılında Sultan lV. Murad Han’a sunmuştur. Böylece Sultan Murad Han’ın vefatına kadar olan sürede toplam 22 tane layiha vardır. Bu layihalar birleşip bir risale halini alarak Koçi Bey Risalesi adıyla anılmıştır. Burada özellikle bahsetmemiz gereken devlet yönetimi ile alakalı önemli hususlarsan biri olan, yönetim organlarının bilgili olması ve yönetme sürecine dair olan telhisdir. Koçi Bey bu tespitleri özetle şu başlık altında yazmıştır “Geçmişteki Bilginlerin Ahlakı İle Asrımızın Bilginlerinin Ne Halde Olduğu ve Aralarında Yürürlükte Olan Hukukun İşleyişi Nasıl Devam Ettiği.” Burada çok dikkat çekici hususlar vardır.
Koçi Bey risalesinde liyakat başlıklı yazımızın bu kısmında Koçi Bey risalesininde ana temel olarak alimlerin ilimle beraber var olduğuna öncelikle dikkat çeker. İlimsiz insanın yönetici olamayacağı görüşündedir. Eğer ilim, bilgi yoksa âlim, bilgin de yoktur. Dolayısıyla bir toplumda, bir bilgin kimsenin olmaması veya bir ulemâ zümresinin olmaması, o toplum için felaketin ta kendisi olmaktadır. Zira bilginler o toplumun geleceğine ışık tutan kimselerdir. Yol gösteren, mihmandarlık eden şahsiyetlerdir. Bunların yokluğuna önce dikkat çeker ve ardından onların ilimlerinin bir semeresi olarak, toplumun her açıdan iyileşmesi ve devlet düzeninin yerine oturması, sosyal adaletin sağlanmasının, hep ilim ile olduğuna dikkat çeker.
“Onun itibârı başkasına benzemez, azil ve tayin kabul etmezdi”
Eski zamanla kendi zamanlarını kıyaslayarak, yaşadığı süreçte yani 17. Yüzyılda Osmanlı’da eskisi kadar ilme kıymet verilmediğine ve bunun düzeltilmesi gerektiği hususuna atıfta bulunur. Ve belki de en önemli nokta, Koçi Bey ilim adamlarının her çeşit düzenlerinin sağlanması, geçim sıkıntısı çekmemelerinin, onların bilime, ilime ve topluma dolayısıyla devletin bekâsına daha büyük katkıda bulunmalarının uygun ortamla olduğunu anlatır. Hülâsaten layiha’nın bu kısmında ilme verilen değer, ilmin önemi ve ilim sahibi yöneticinin devleti nasıl şekillendirdiği ele alınır.
İlmin zirvesi olarak addedilen bir kurum olan Bâb-ı Meşihat veya daha meşhur adıyla “Şeyhülislâmlık” makamı için belli şartlar aranırdı. Bu şartlara göre adaylar arasından en bilgili, faziletlisi, dindarı, takvâsı çok olanı ve tercihen yaşı büyük olanı, -tecrübesi nispetinde- istenirdi. Ancak Koçi Bey buraya da dikkat çeker ve Şeyhülislâm olan kimsenin ilerleyen süreçte kolay kolay görevinden azledilemeyeceğini yani görevinden alınmayacağını “…Şeyhülislam, emirler ve Anadolu Kazaskeri (Kadıasker, günümüz hem adalet hem eğitim bakanı) olurdu. Bir kere fetva makamına geçtikten sonra artık azlolunmazdı. Çünkü fetva makamı; aziz, şerefli ve ilmiye mensuplarının seçmesidir. Onun itibârı başkasına benzemez, azil ve tayin kabul etmez, buna karşın her âlim de o makama layık olmaz” cümleleriyle özetler.
“Evvelce Şeyhülislam olan kimseler, olgunluk ve fazilet kaynağı olduktan başka, çekinmeden hakikati söyleyen kimseler olup, âlemin sığınağı padişah hazretlerine her vakit güzel nasihatten, nüsn-ü nushiyyeden de geri kalmazlardı. Din ve devletin düzenine çalışır olup, halkın ahvali ile ilgilenirlerdi. Bu makamla şereflendikten sonra ömür boyunca azil olunmamak gerekir ve iyilerin kadrini bilmek gerekir” demektedir.
İlim Adamına Adalet Yaraşır!
Ömrünün sonuna kadar, yahut aciz düşüp emekliliğini isteyene kadar bu görevi hakkıyla ve layıkıyla yerine getiren devlet adamları kalan vakitlerinde çalışmayı bırakıp yatmazlardı. Kendileri bir medreseye geçip, “Kalan son demlerini Allah’a taat; ibadet, ilim ve İslam devletinin Padişahına dua ile sarf ederlerdi.
Koçi Bey buraya ekleme yaparak zamane görevlilerden “Aralarında şimdiki gibi şöhret ve süs ihtirâsı nâmevcud idi. Güzide devletin her bir mevkiinde doğruluk ve adaletle iş görüp, varlıklarıyla halka rahmet olurlardı. Her gece gündüz mübarek ilim ile meşgul olup, nice eserler ve güzel şeyler vücuda getirirlerdi. Bugün bile camii, mescitleri, medrese ve mektepleri, tekkeleri, İslam memleketlerinde mevcuttur” şeklinde içinde bulunduğu zamandan ve ehil olmayan kimselerin tutumlarından yakınır.
Koçi Bey risalesinde liyakat konusunda ilim adamının korkusuzca, şecaatle bir hakikati söylemesi, elbette siyasi otoritenin ona destek ve güç vermesi ile doğrudan ilişkilidir. Devlet organları arasındaki hiyerarşik sistem düzgün işliyorsa, adalet mefhumu tahakkuk ediyorsa, elbette ki görevliler de sisteme uygun hareket etmek durumundadırlardır. Buna bir örnek olarak Koçi Bey, Şeyhülislam Sunullah Efendi’yi misal olarak vermektedir. Ona göre 1594 tarihinde başlayan bir bozulma serüveni ile bi asayişsizliğin süregeldiğini ve doğruyu, hakikati neyse onları söyleyen Sunullah Efendi’nin Kadıaskerlik görevinden yersiz olarak birkaç defa azledilmesini anlatır.
Bu zamandan itibaren başlayan bozukluk, önemli bir karar mercii olan Kadıaskerlik makamında bulunan kişilerin dalkavuklukta bulunmalarının mecbur bırakılmasına sebebiyet vermiştir. Dolayısıyla devletin hem adalet, hem de eğitim mekanizmasının başında bulunan kişi, görevinden kovulmamak için ve işinden edilmek korkusundan kurtulmak için padişaha yalakalık yapmaya mecbur bırakılmıştır.
Koçi Bey’in Yakındığı Adalet Mefhumu
Mevzuubahis durumu Koçi Bey “Kazaskerlik yerine gelenler azil korkusuna düşüp, devlet büyüklerine karşı dalkavukluk yapmaya mecbur kaldılar. Padişah huzurunda hak sözü söylemez oldular. Herkesin hatırını hoş etmeye ehemmiyet verdiler. Lakin dininde sağlam olan, kâmil olan Müslümân azledilecek olda dahî hak sözü söyler” diyerek içinde bulundukları acı durumun tarifini yapmış, hem de neyin tersi yapılırsa başarının vaki olacağını tespit etmiştir.
Yukarıda da değindiğimiz gibi tarih bir yarının bilimidir. Eğer bir kısım mülkî amirlerimiz bunları dikkatle ve insafla okurlarsa, elbette ki devletimizin şefkati ve merhameti, pek çalışkan devlet adamlarımız ile buluşarak dünyaya tekrardan hükümran olan bir ülke konumuna gelebiliriz. Eğer ilim ve adalet tekrardan temel prensip kabul edilirse elbette ki muasır medeniyetler dediğimiz seviyeye ulaşmak doğal bir hakkımız olur.
Feylesofların pîrlerinden Aristo, “Adalet ilkin devletten gelmelidir. Çünkü hukuk, devletin toplumsal düzenidir.” demektedir. Buna benzer bir yaklaşım da Albet Camus’tan gelir ki Camus, adalet olmadan düzenin olmayacağını ifade etmektedir. Büyük İslâm Âlimi Mevlâna Celaleddin Rûmi Hazretleri de: “Adalette bulunursan saadete erersin, kalem bunu yazdı, mürekkebi bile kurudu.” ve “Adalet, her şeyi lâyık oldugu yere koymaktır. Ayakkabı ayağındır, külâh başın.” diyerek durumun hem vahametini, hem ulviyetine dikkat çekmektedir.
“Hakikaten bu bahsettikleri İslam dininin de insanda bulunmasını istemediği hasletlerdir.”
Koçi Bey risalesinde liyakat gündeminde alimleri ele alan Mustafa Koçi Bey, “Giderek her işe hatır karışmakla ve her işe göz yummakla hak sahibi olmayanlara hadden aşırı mevkiler verilip eski kanun bozuldu. Kazaskerler dahî az zamanda yersiz olarak azil olunmakla, işlerinde tamâ sahibi ve hâris olanlar bulunduğu mevkiyi fırsat ve gasp nimeti bilip memuriyetlerin çoğunu rüşvet ehline verir oldular” sözleriyle devlet kadrolarındaki iltimas, liyakatsizlik, aç gözlük ve iş bilmezlikleri mevuubahis kılmıştır. Hakikaten bu bahsettikleri İslam dininin de insanda bulunmasını istemediği hasletlerdir.
Tamâ; İslâm literatüründe aç gözlülük, dünya malına aşırı derecede düşkünlüktür. Konyalı büyük âlim Muhammed Hâdimî hazretleri, “Tamânın en kötüsü insandan beklemektir. Tamânın aksine tevfiz denir ki helal yoldan çalışıp kazanmak, bunlara kavuşmayı da Allahü Teala’dan beklemektir. Tamâ bir kötü ahlak olup, haramdır.” Demektedir.
Tamâya insanı sevk ettiren de Koçi Bey’in de dediği gibi hârislik, hırs sahibi olmaktır. Istılah manasıyla hırs, dünyaya lüzmundan fazla meyletmek, şiddetli mal ve mülk arzusudur. Bütün bunlar hep kötü ahlaktan ileri gelmektedir. İslâmiyet ise güzel ahlak dinidir. Sevgili Peygamberimiz bir hadis-i şerifinde “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilidim” buyurmaktadır. Dolayısıyla İslâmiyet kötü huylardan, kötü ahlâktan âri olmayı, temizlenmeyi tavsiye etmektedir. İyi bir devlet adamı olanın temel şartlarından biri de görüldüğü üzere İslâm ile râm olmuş, güzel ahlâk ile mücehhiz olmuş insan modelidir.
Bunlar o günden bu güne değişmeden gelen, adalet sahibi insanların gönüllerinde büyük yara olmuştur. Koçi Bey sözlerine devam ederek “İlmiye’ye ait yüksek makamların şuna bunun aracılığı ile verilmesi doğru değildir. En bilgilisi hangisi ise ona verilmek gerektir.
Kadılık (Yöneticilik) yolunda vasıta bilgidir. Yaş, sene, soy ila sop değildir. Şimdi adaletle iş gördükleri vakit, makamı eskilere verirler. Halbuki eskilik Allah yanında kadılığa sebep değildir. Şeriat seccadesi bilgin ve âdil olanlara gerektir. Bir cahilin sırf eskidir diye bir bilginin önüne geçirilmesi haksızlıktır. Bilgi ve diyaneti olunca, genç olsa da zarar vermez” sözleriyle kadrolarda fikri evvellerden ziyade, basiretli kimselerin olması gerektiğini çok güzel bir şekilde ifade etmektedir.
“Bir vazife çıksa 15-20 adam istekli olur, birine verilince diğerlerini eli boşta kalır.”
Koçi Bey risalesinde liyakat yazımız günümüz problemlerine de değinmektedir. Günümüz problemlerinden biri de eğitim görmüş olan kimselerin devlet kademelerinde haklı olarak kadro almak meselesidir. Buna dair bir yansımayı yine görmekteyiz. “Mülazımlıklar çok verilir oldu. Huzur-u Hümâyûnu doldurdular. Nicelere de maaş zammı verip, bir iki yılda bir yeni bir mülazımı yüzellilikler katına çıkardılar. Bu yüzden kadıların halleri bozulup, aralarında ihtiyaçtan da fazlalık olduğundan, bir kadı iki yıl beklediği halde bir yere tayin edilemez oldu, fakirlik canlarına yetti.
Her biri dilenci derecesine geldi. Bir vazife çıksa 15-20 adam istekli olur, birine verilince diğerlerini eli boşta kalır. Eğer kanundan fazla mülazımlık verilmez ve hak sahibi olandan başkası alınmaz, bilgin ile cahil bir tutulmazsa Allah’ın fazlı ile tez düzene girer” demiştir.
Mülazımın çeşitli manaları vardır. Burada kastedilen Osmanlı ilmiye teşkîlâtında müderris, öğretmen olabilmek için mezun olduktan sonra belli bir süre staj yapan kimsedir. Koçi Bey’in burada değindiği mevzu yüksek ilim tedrisinden geçmiş kimselerin sayılarının çok olması ve bunlara iş verilemez olmasıdır. Onları mezun etmenin de para karşılığında olduğuna dair de bir bilgi vardır.
Bunların günümüzde yansımalarını görmek mümkündür, yinelemeğe gerek yoktur. Ancak Koçi Bey’in çözümüne odaklandığımız zaman herkes yüksek ilim kurumlarına alınmazsa, iş ehline ve hak sahibi olana verilirse, bilen ile bilmeyen ayrılırsa Allah’ın yardımıyla sistemin düzeleceğini teşhis etmiştir. Bize düşen ise tarihi iyi okuyarak aynı hatalara düşmemektir.